15 Haziran 2009 Pazartesi

Sabetayist List 1

Rahşan Ecevit
İsmail Cem
Tansu Çiller
Şükrü Sina Gürel
Ercan Karakaş
Bülent Tanla
Coşkun Kırca
Kemal Derviş
Câvid Bey
Nuri Conker
Ahmet İsvan
Osman Kibar
Hayrettin Erkmen
Turan Güneş
Sebâti Ataman
Emre Gönensay
Naim Talû
Salih Bozok
Aka Gündüz
Turhan Kapanlı
Mithad Şükrü Bleda
Sümer Oral
Ali Dinçer
Ekrem Alican
Cem Kozlu
Fatin Rüştü Zorlu
Sabiha Sertel
Ş. Hüsnü Değmer
Kıbrıslı Kâmil Paşa
Ahmed Vefik Paşa
Faik Nüzhet
Tayyibe Gülek

SİNEMA-TİYATRO
Haldun Dormen
Hulûsi Kentmen
Ayhan Işık
Kenan Işık
Aziz Rutkay
Doğa Rutkay
Aziz Basmacı
Yıldız Kenter
Müşfik Kenter
Leyla Gencer
Halûk Bilginer
Memduh Yükman

TELEVİZYON
Ali Kırca
Ali Baransel
M. Ali Birand
Murat Birsel
Deniz Arman
BÜROKRASİ
Gazi Erçel
Metin Yalman
Osman Olcay
Osman Kulin
Sadun Terem
Kaya Toperi
Gaazi Yaşargil
S. Kâni İrtem
Onur Öymen
Özdem Sanberk
Hüseyin Poroy
GAZETECİLER
Güneri Civaoğlu
Cüneyt Arcayürek
Ahmed Emin Yalman
Nazlı Ilıcak
Cengiz Çandar
Canan Barlas
Altan Öymen
Örsan Öymen
Abdi İpekçi
Nail Güreli
Güngör Mengi
Yusuf Ziya Ortaç
Ali Sirmen
Aydin Emeç
Çetin Emeç
Ülkü Arman
Sedat Simâvî
Erol Simâvî
Ali Nâci Karacan
Nadir Nâdi Abalıoğlu
Yunus Nâdi Abalıoğlu
Ali Gevgilli
Ruhat Mengi
Leyla Umar
İlker Sarıer
Hasan Tahsin
Murat Birsel
Fazlı Necib
Necmi Tanyolaç
Yılmaz Çetiner
EĞLENCE
Sezen Aksu
Nilüfer
Burak Kut
Neco
Sibel Egemen
Ciğdem Talu
Egemen Bostancı
Murat Arkan
Perran Kutman
Harika Avcı
Ozan Orhon
Işıl Özışık

SERBEST MESLEK
Atilla Dorsay
Cemil İpekçi
Uğur Civelek
Yıldırım Mayruk
Muvaffak Benderli
KARİKATÜRİSTLER
Cemal Nadir Güler
Semih Poroy
Ali Ulvi Ersoy
Altan Erbulak
Tekin Aral
Oğuz Aral
Piyale Madra
Bedri Koraman
SANAYİCİ - İŞADAMI
Nejat Eczacıbaşı
Bülent Eczacıbaşı
Feyyaz Berker
Feyyaz Tokar
Cem Boyner
Ali Koçman
Dinç Bilgin
Can Paker
Ömer Çavuşoğlu
Halil Bezmen
Dilber Ailesi
Rona Yırcalı
Selahattin Göktuğ
Fuad Sâdıkoğlu
Ferdi Vardarman
Öner Akgerman
M. Cemil Merzeci
Ziya Taşkent
Cem Uzan
Ali Koç

YAZARLAR
Hâlide Edip Adıvar
Orhan Pamuk
Yaşar Kemal
Muazzez Berkand
Nâzım Hikmet Ran
Azra Erhat
Vedat Nedim Tör
Yaşar Nâbi Nayır
Celal Sâhir Erozan
Emil Galip Sandalcı
Ali Cânip Yöntem
A. Hamid Tarhan
Şinasî

ÜNIVERSİTE
Kemal Gürüz
Kemal Alemdaroğlu
Nermin Abadan-Unat
Sulhi Dönmezer
Talât Halman
Gündüz Gedikoğlu
Eser Karakaş
H.Veldet Velidedeoğlu
Sıddık Sâmi Onar
İlhan Arsel
Sâhir Erman
Bülent Tanör
Nur Serter
Tunç Erem
ASKERLER
Çevik Bir
Ali Fuad Cebesoy
**. Sait Halman
Tuğg. Halit Göktuğ
Yarb. Selim Soley
Tümg. Ömer Z. Dorman
Kur.Alb. Osman Köksal
Tümg. Sırrı Öktem
Gen. Cahid Tokgöz
Gen. Zeki Soydemir
Güven Erkaya
Refik Tulga

Şemsi Efendi Mektebi ve Terakki Mektebinin Kuruluşu

ŞİŞLİ TERAKKİ LİSESİ’NİN TARİHÇESİ:
Şişli Terakki Lisesi’nin tarihçesi sözkonusu edilince hemen daima
1879 tarihindeki büyük ve tam kuruluşlu Terekki Mektebi esas olarak alınmakta , bu hareketin ilk adımı
sayılması gereken Şemsi Efendi Mektebi bir yana bırakılmaktadır ( 1879). Halbuki Selanik’te ilk olarak
Şemsi efendi’nin öncülüğü ile Şemsi Efendi Mektebi kurulmuştur. (100. Yıl Şişli Terakki Lisesi /Yenilik
Basımevi / 1979). Hakikaten Atatürk’ün de okuduğu ve anılarında sık sık sözünü ettiği gibi Selanik’te
kurulan Şemsi Efendi mektebi, Şişli Terakki’nin temelidir.
Bir Sabetaycı haham olan Şemsi Efendi (Şimon Zwi) bu okulu o dönemde hem cemaatleri toplamak ve hem
de dini eğitimle birlikte gençleri her yönden yetiştirebileceği bir okul olarak kurmuştu. Daha sonra cemaatle
arasında yaşanılan sorunlar nedeniyle okuldan ayrıldı. Fakat okul bir cemaat okulu kimliğini kaybetmedi.
1907 Kayıtlarına göre Sabetaycı cemaatin Kapancı koluna mensup şu kişiler okulun yönetimindeydiler; Dr.
Rifat Efendi, Namık Kapancı, Osman Fıtri Bey ve Ata Derviş Beyler. 1924 senesinde ki mübadele
sonucunda okul İstanbul’a geldi. 1927 de Şakayık Sokağındaki Halil Rıfat Paşa konağına yerleşti. Okulu her
dönemde o yılların hayırsever aileleri desteklemiştir. Okul Selanik’teki kuruluşundan başlayıp hep bir encümen tarafından idare olunmuştur. Bu encümene alınan kimseler ya eski kurucuların çocuklarından, ya
da daha sonra okulun gelişmelerine yardımı dokunmuş kişiler arasından seçilirdi. 1933 ten sonra encümen 44
kişiye kadar ulaşmıştır.
1933 yılında okul son şekli olan “Mabeynci Konağı’na” taşınır. 1934 de Selanikli Mecdi Derviş Bey
buradaki yapıları kendi satın almıştır. 21.05.1935 de de bunu okulun yönetimi için kurulan Limited Şirkete
devrediyordu.1879 yılında okulun temel felsefesi “Terakki Mektebi ticaret maksadile müesse olmayıp hayır
için yaşadığı gibi hayır ile de yaşar” dı. (100. Yıl Şişli Terakki Lisesi /Yenilik Basımevi / 1979 s: 55). Limited
Şirketin kurucuları Fahri Refik Refiğ (Yönetmen Halit Refiğ’in amcası), Halil Ali Bezmen, Aziz Refik Refiğ
ve diğerleriydi.
Okul daha 1967 yılında 903 sayılı Kanunla Vakıf Halne gelmiştir. Bu tarihten sonra da mütevelli heyeti
tarafından yönetilmektedir. Bugün artık bir cemaat okulu kimliğini kaybetmiştir. Ancak yönetim kurulu
üyeleri halen cemaat kurallarına göre seçilmektedirler. Örneğin Mütevelli heyetine girebilmenin yolu bu
heyet üyelerinden birinin önerisi ile olmaktadır. Vakıf ana senedinde yapılan bir değişiklikle mütevelli heyeti
üyeleri ömür boyu bu görevde kalmaktadırlar! [http://www.sabetay.50g.com/Terakki/terakki.html ILGAZ
ZORLU ARAŞTIRMACI - YAZAR]

Terakki Mektebi'nin İstanbul'daki Gelişimi
Ama okulun Selanik'teki son bölümünün kapanmasından dört yıl önce, İstanbul'da Terakki ruhunu taşıyan bir
başka okul açılmıştı. Selanik Terakki Mektebi'nden yetişmiş ve Balkan Savaşı yıllarında İstanbul’a göç
etmiş bir grup genç, içinden çıktıkları irfan yuvasının geleneğini sürdürmek ve genç kuşaklarda da aynı
geleneği yaşatmak için 5 Nisan 1919'da Şişli Lisan Mektebi adı altında bir okul kurdular. 3 Eylül 1919'da
Mahmut Celalettin Konağı'nda kapılarını açan Şişli Lisan Mektebi, 24 Haziran 1920 akşamı bu ahşap
konak yanınca 1 Eylül 1920 tarihinden itibaren eğitime Pangaltı'da kiralanan Nuri Paşa Konağı'nda devam
etti.
Okul, 1921 yılından itibaren adını Şişli Terakki Mektebi olarak isim değiştirir. Kuruluş yıllarında olduğu
gibi, bu okul da encümen adı verilen kurucu ve koruyucu üyelerden oluşmuş bir heyet tarafından yönetildi.
Okul kurucularının benimsedikleri ilke Terakki geleneğini ifade ediyordu:
"Terakki Mektebi ticaret amacıyla kurulmamıştır, hayır için yaşadığı gibi hayır ile de yaşar."
Şişli Terakki Mektebi, 1935 yılında kendi mülkiyetindeki binalarına kavuşuncaya kadar hep Nişantaşı ve
Pangaltı arasında, okul hizmeti vermeye uygun konakları kiralayarak tam teşkilatlı, yatılı, karma bir lise
olarak gelişti.
Şişli Terakki Mektebi, 1922 yılında Ferit Paşazade Mehmet Bedri Bey ve validesine ait binada, 1924
yılında Şerif Paşa Konağı ve Münire Sultan Konağı'nda, 1927 yılında Halil Rifat Paşa Konağı'nda ve
1928 yılında da Nişantaşı’ndaki Baş Mabeyinci Konağı'nda hizmet verdi.
Baş Mabeyinci Konağı 1935 yılında Emlak ve Eytam Bankası'ndan satın alındı. Konak 1949 yılında
yıkılarak yeni ve çağdaş okul tesislerinin yapımına başlandı. Ön cephesi Teşvikiye Caddesi, arka cephesi
Akkavak Sokağı, ortası da büyük bir avludan oluşan tesislerin inşaatı 1962 yılında tamamlandı. 1969 yılında
da ön cepheye iki kat ilave edildi.
Şişli Terakki Mektebi, 17 Mart 1934 tarihinde aynı adla anılan bir limited şirkete devredildi. Ancak, bu
biçimsel bir değişimdi. Çünkü şirket ortakları Terakki ruhuna ve ilkelerine uygun olarak hiçbir biçimde kar
hissesi istemeyecekleri konusunda birer taahhütname imzalamışlardı.
1963 yılında şirket ilk kuruluştaki yapısına, yani Vakıf kavramının o günkü yasal ifadesi ile Tesis'e
dönüştürülmüş, 1967 yılında yürürlüğe giren 903 sayılı yasanın Vakıf kurma olanağını tanıması ile de
Terakki Tesisi, Terakki Vakfı'na dönüşmüş ve okul bu vakıf tarafından yönetilmeye başlamıştır.
Terakki Vakfı Okulları - Vikipedi

Terakki Vakfı'nın Kurucu Üyeleri
Abdurrahman Malta
Ahmet Elberger
Akif Akev
Fahri Refiğ
İbrahim Telci
Necdet Üçer
Nuri Türen
Osman Üçer
Reşat Atabek
Yusuf Kapancı
Ata Refiğ
Rifat Edin
Fikret Güvenç
Mehmet İnal
Memduh Paker
Nazmi Eren
Vedat Uras
Ecvet Gürses
Neşe Deriş


Günümüz Şişli Terakki Lisesi
Okulun bugünkü modern tesislerini oluşturan Levent
tesislerine doğru ilk adım, 1966 yılında satın alınan
25,800 metrekarelik arazi ile atıldı. Levent’teki ilkokul
binasının yapımına 1973 yılında başlandı ve binanın
birinci modülü 1975 yılında, ikinci modülü ise 1983
tarihinde tamamlanarak öğretime açıldı.Terakki Vakfı
Okulları'nın Levent tesislerinin temeli ise 14 Temmuz
1991’de atıldı.
Levent eğitim tesislerinin kuruluşundaki ilke, artık bilgi
toplumuna dönüşen ve sanayileşen bir ülkenin
gereksindiği üretici insan gücünün yetiştirilmesi için
uygulamalı bir öğretimin, sosyal, kültürel ve sportif bir
eğitim ile bütünleştirilmesi olmuştur. Bu nedenle, Levent
eğitim tesislerinde, sayısı giderek artan öğrencilere,
gelişen teknolojinin sağladığı olanaklarla düzenlenen özel derslikler, laboratuarlar, kütüphaneler, toplantı ve
konferans salonları, yemek salonları, büfeler, Bilgi İşlem Merkezi, kültür merkezleri, Terakki Sanat Galerisi
ve spor tesislerinden oluşan tüm çağdaş olanaklar sunulmaktadır.
Terakki Vakfı Okulları, 1994-1995 öğretim yılından itibaren Anaokulu, İlköğretim Okulu, Lise ve Fen
Lisesi olarak İstanbul’un en güzel semtlerinden Levent’teki tesislerinde hizmet vermektedir.

Ünlü Mezunları
Mustafa Kemal Atatürk
Barış Manço
Emre Altuğ
Ari Barokas
Coşkun Kırca
Ece Vahapoğlu
Emre Kongar
Halit Refiğ
Leyla Alaton
İshak Alaton
Erinç Serttaş
Kaan Tangöze
Yakup Trana
Lale Oraloğlu
Nasuh Mahruki
Nora Romi
Okan Karacan
Orhan Pamuk
Yetkin Gürsel
Gazanfer Özcan

Kaynakça
Selanik’ten İstanbul’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Terakki Okulları

Selanik ve Yahudiler

Selanik 1430 tarihinde padişah II. Murat'ın yönettiği bir Osmanlı ordusu tarafından fethedildi. 15. yüzyıl boyunca kente Anadolu'dan getirilen çok sayıda Türk yerleşti. 1492 yılında Osmanlılar İspanya'dan kovulan Sefarad Yahudilere kapılarını açtıklarında Selanik Yahudilerin yerleşmek için en fazla tercih ettikleri şehir
oldu. Selanik 500 yıla yakın bir süre boyunca bir Osmanlı şehri olarak kaldı. Çeşit çeşit Hristiyan, Yahudi ve Müslüman toplumların hep birlikte uyum içinde yaşadığı önemli bir kültür ve ekonomi merkezi haline geldi.
17. yüzyılda Sabetay Sevi tarafında başlatılan Sabetayizm hareketi Selanik'teki Yahudiler arasında çok rağbet buldu. Sabetay Sevi'yi izleyerek Müslüman olan Yahudiler Selânik'te Osmanlı Devleti'nin yenileşme
çabalarına büyük katkılarda bulundular. Jöntürk hareketi büyük ölçüde Selanik'te gelişti. Osmanlı padişahı II. Abdülhamit tahttan indirildikten sonra 1909 yılında Selanik'e sürgüne gönderildi. Fakat 3 yıl sonra Selanik
Yunanlıların eline geçince İstanbul'a geri gönderilmek zorunda kaldı.


Selanik, Yunanistan’ın kuzey doğusunda bulunan geniş bir Makedonya limanıdır.
Coğrafi konumu yüzünden Roma ile Asya kıtası arasındaki en önemli şehir haline
gelmiştir. Antik çağda Roma-Asya arasındaki yolun başlangıç noktasını ve limanını
Selanik teşkil ediyordu. M.Ö. 315 yılında Makedonya kralı tarafından kurulan kent daha sonra sırasıyla Roma, Bizans, Haçlılar, Yunanistan, Venedik, Osmanlı İmparatorluğu (1430’dan itibaren) ve yeniden Yunanistan’ın (1912’den sonra) idaresi altına girdi.
Şehrin en önemli tarihi faktörlerinden biri ise Yahudilerin tam 20 yüzyıl
boyunca Selanik’te yaşamış olmasıydı. İsa’nın havarisi St. Paul (M.S. 50) üst
üste üç Şabat süresince o dönemin sinagoglarında, kent Yahudilerine söylev
vermiş ve yandaş toplama misyonunu gerçekleştirmiştir. İkinci misyonerlik
yolculuğunda geçen bu zaman sürecinden sonar Selanikli Yahudilere ve puta
tapanlara (pagan)iki önemli mektubunu yazmıştır.
1430 yılında Şehir, Osmanlı idaresine geçince, daha önce burada yaşayan
Romaniyot Yahudilerine ek olarak, dış ülkelerden Yahudi göçü önemli ölçüde
sıklaştı. Ilk göçmen Yahudi grubu 1470 yılında Almanya’nın Bavaria
kentinden geldi. Bu küçük Alman Yahudisi göçmen grubu kısa sürede
kendilerine özgü ve ayrı bir Aşkenaz Yahudi cemaati kurdular. 15. ve 16.
yüzyılda bu kez, İspanya’dan, Fransa’dan, İtalya ve Portekiz’den dışlanan
Yahudi’lerden yeni göç dalgası başladı. Bunlar da kendilerine özgü Sefarad
cemaatlerini kurdular ve sinagoglar inşa ettiler.
17. yüzyılın ortalarında Selanikte yaşayan toplam Yahudi sayısı 30.000
kişiydi ve üç cemaat halinde yönetiliyordu. Birleşme, üç başhaham
önderliğinde oluşturulan iradeyle 1680’de gerçekleşti. Bu üç din adamı
yaşamları boyunca başkan olmak üzere, 7 laik cemaat lideri ile birlikte
Yahudi cemaat idaresi sistemini oluşturdu.
Yahudi nüfusu genelde üç mahallede ikamet ediyordu. Şehir surlarının
yakınında bulunan limanda esas cemaat, Avrupalıların (Frankos) yaşadığı
lüks mahalle ve Yunan Yahudilerinin (Romaniyot) mahallesi.
16. ve 17. yüzyılarda Selanik Yahudi cemaati en önemli Talmud öğrenim
merkezi olup, devrin en önemli din adamları ile din bilginlerini yetiştirmiştir.
Ayrıca Kabala öğretiminde de en üst seviyelere çıkmıştır. Şehrin tarih
sahnesindeki en önemli bölümü yalancı mesih Sabetay Sevi’nin kente ayak
basmasıyla başlamıştır. Sevi, önceleri Selanik Yahudi cemaati tarafından çok
iyi karşılanmış ve ağırlanmıştı. Fakat ilerleyen günlerde kendini Maşiyah
(mesih) olarak ilan edip, kentteki cemaatte kargaşa başlayınca, din
adamları, bütün otoritelerini kullanıp onun bu sahte mesih hareketine engel
oldular. Onun Selanikten çıkartılmasını sağladılar. Fakat ölümünden sonra,
Selanik Yahudi cemaatinin bir bölümü onun yaptıklarını aynen taklit ederek
Müslümanlığı kabul ettiler. Onlara Türkçe bir terim olan “Dönme” adı verildi.
Sabetay Sevi olaylarından sonraki bu tür gelişmeler, geride kalan cemaatin
tamamen kenetlenmesine ve birlik haline olmalarına yol açtı.
Selanik Yahudi cemaati değişik meslek gruplarında büyük başarılar elde
etmiş bir topluluktu. Dünyaca ünlü ticari firmalar buğday, kumaş, pamuk,
yün ve ipek ihracatı yapardı. Yünlü kumaşlar, giysiler ve yünlü tüm
mamuller o dönemin en usta işi malları olup, dünyaca meşhurdu. Yahudiler
arasında büyük ölçüde el işi yapan usta zenaatkarlar vardı. Bunlar
kuyumculukta, gümüş işlemeciliğinde ve altın işçiliğinde dönemlerinin en
önemli ustalarıydı. Limanlardaki tüm taşımacılık ve hamalcılık şirketleri ve
hizmetleri onlarındı. Ayrıca ülke içindeki altın madenlerinde çok sayıda
Yahudi çalışırdı. Tütün yetiştiriciliği ve imalatında da söz sahibiydiler. 17.
yüzyılda Selanik nüfusunun yarıdan çoğu Yahudi olduğu için, Yahudi
bayramlarında ve her Şabat günü Selanik limanı ve bütün ticari kuruluşlar
tatil edilirdi. 1990 yılında Yahudi Cemaati’nin nüfusu 80.000’e ulaşmıştı. 1912 yılında Selanik Osmanlı imparatorluğunun elinden çıkıp yeniden Yunanlıların
idaresine geçince ülkeden başka ülkelere doğru göçler başladı. Göç
edenlerin çoğu genç Yahudilerdi.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Türkiye Üzerinde Oynanan Oyunlar

Türk ekonomisi ve siyaseti ile her zaman yakından ilgilenen Yahudilerin, neden Türkiye’yi Ortadoğu ateşinin içine
çekmek istediklerini anlamak için bu yazıyı iyi okumanızı öneririz.
1880 yılında İstanbul’a gelen ve burada öğretmelik yapan Bertrand Bareilles’in 1917 yılında kaleme aldığı
“İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabında Türkiye’de yaşayan Yahudilere geniş yer ayırıyor.
Bareilles kitabında, Yahudilerin Filistinle birlikte hedefleri arasında Türkiye’nin de bulunduğuna işaret
ediyor.
Türkiye’de Yahudi cemaati gelişmektedir, ama düne kadar bu gelişme sadece manevi düzeydeydi. Zaten maddi
gelişmeden söz etmek yersiz olurdu. Çünkü Fransa’nın gönderdiğinden başka parası olmayan bu ülkede kimse servet
yapamıyordu. Ayrıca Yahudi, kökleri bizim büyük Devletimiz’den çıkan liberal kurumlara uzanan bir toplumsal
konumdan yararlanıyordu. Bunu, Evrensel İsrail Birliği’nin kurucusu Charles Netter’e, birçok yönden Tevrat’ta ki
yargıçlarınkine benzer bir politikanın temellerini atan Hirsch’lere, Rotschild’lere borçluydu. Birlik okulları Yahudiliğin
gelişimine büyük katkılarda bulundu. Yahudi, önyargıların ve kötü niyetlerin kendisini hapsettiği aşağı konumdan
yavaş yavaş çıktı. Türkiye’de Yahudi milleti içinde özellikle iş alanındaki becerileriyle sivrilen çok sayıda insan
bulunmakta ve bunların politikası, dünya çapındaki bir politikayla uyum içinde işlediğinden etkili olmaktadır. Bugün
Yahudi ırkı sınır farkı tanımayan bir aile gibidir. Diğer milletler birer aileler toplamı iken Yahudilerin bir kardeşler
toplumu olduğunu söyleyen Pascal, her zamankinden çok doğrulanmaktadır.
Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine kapalıdırlar; kuşkusuz
bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma
gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok
omuz verdiği başka bir cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur.
Alışkın bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem kuşkusuz diğer
cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini etkisi olmayacak her şeye karşı
ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan
yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı
aracılar kullanarak işlerine gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür.
Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları hedefe olaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller
sadece koşullara göre değil, aynı zamanda bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.
Türkiye’de nüfuz merkezleri Selanik ve eylemlerinin temel dayanağı dönme denen müslüman Yahudilerdi. Dönme
İsraillinin onu kendinden kabul edeceği kadar Sami kalmış ama türkün güvenini kazanacak kadar da Müslümanlaşmıştı.
Cahit’ler ve Cavit’ler dönmedir.
Şu arada Yahudilerle Türkler arasında süren ateşkes döneminde, Türkler Siyonist girişimin hedeflerinden habersiz
değildir. Her zaman iyi haber alan Türk etrafında olup biten her şeyi bilir; çünkü ayakta kalabilmek için, maddi
kaynaklarından çok, incelik ve kurnazlığın eşit dozlarda kullanıldığı diplomatik yeteneklerine güvenir. Rusya’nın
ezilmesi ve bugüne kadar kendisine hizmet eden ama artık bağımsızlıktan başka bir şey düşünmeyen ırkların kökten
yok edilmesi sonucunda, İsrail halkı daha hedefini gerçekleştiremeden kendi emellerine ulaşabileceğini
hesaplamaktadır. İsrail halkının bu emellerine göz yumar görülmekte böylece bekleyiş döneminde Yahudiliğin çeşitli
güçlerinden yararlanma olanağı bulmaktadır. Bu anlaşma, kendisine ayakta tutan hayaller yaşadıkça sürecektir.
Bugün Abdülhamid’i deviren darbenin örgütlenmesinde ve Türk işlerinin yönetiminde Yahudilerin oynadığı rolü herkes
biliyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti dönmelerden oluşuyordu. Resmi yayın organı Tanin, bir dönme olan Hüseyin Cahit
tarafından yönetiliyordu. Cemiyetin diğer yayın organı olan ve Fransızca basılan Jeune Turc, Siyonizm tarafından
finanse ediliyor ve içinde Yahudiler de çalışıyordu. Düzenbaz Cavit de en az diğerleri kadar dönme idi. En çeşitli
yetkilerle donatılmış ve daha önce işitilmemiş bir şekilde, Yıldız’a gidip Halife’ye milletin artık kendisi istemediğini
bildiren parlamento heyeti içinde de yer alan mebus Karasu da Yahudi idi. 1914′den beri, yazı işleri müdürlüğünde
kalan Hüseyin Cahid’in yerini alan ve Tanin’in başyazarı olan Salomon Efendi’nin de bir Yahudi olduğunu belirtelim.
Tüm giz perdeleri henüz kaldırılmamıştır. Ama 8 Temmuz 1908 darbesinden beri Türkiye’de yaşanan olayların
öncesinde ve sonrasında yer alan entrikalar bunların gerçekleştirilmesinde Yahudi-Alman girişimlerinin payı hakkında
bir fikir vermektedir. Times ‘ın Viyana muhabiri Mr. Steed bu anlaşmanın en önemli olayının Reval görüşmesinin
ertesinde, 1908in haziran başında Çar ve Kral Edward’ın yanlarında Isvolsky ve Sir Charles Hardinge ile birlikte, genel
bir vali atanmasını öngören Makedonya reform programı üzerinde anlaşmaya varmalarıyla yaşandığını söyleyecektir.
“Almanya’nın” ve Avusturya-Maceristan’ın Alman-Yahudi basını bu görüşmeyi mevcut statükoya karşı bir komplo
olarak suçladı ve sultanın egemenlik haklarına ve toprakları üzerindeki idari otoritesine karşı, püskürtülmesi gereken
bir saldırı olarak niteledi. Jön Türklerin Abdülhamid’e karşı örgütlenmesinde toplantı yeri olarak kullanılan Selanik ve
Makedonya’nın tüm mason localarında Reval görüşmesi hakkında bu Avusturya-Alman yorumu yaygınlaşmıştı ve
Osmanlı imparatorluğu’nu tehdit eden bu yeni tehlike karşısında eylemi hızlandırmak gerektiğinden söz ediliyordu. 24
Temmuz’da Türk isyanı patladı. Barutu ateşleyen fitil, Abdülhamid’in komployu ortaya çıkarması oldu.
Ama günü gününe izlenebilen birbirini destekleyen ilk olaylara dönelim. 1896′da Dr. Herzel Berlin’de Siyonist
Cemiyeti’ni kuruyordu. Ertesi yıl Kayzer o gürültülü Doğu gezisini gerçekleştiriyordu. Bunun hemen ardından Yahudi
kolonizasyon tasarılarının gerçekleşmesi için çalışmalar başlıyor, ama bunu ilke olarak kabul eden Abdülhamid o
kuşkulu kişiliyi ile tasarının hayat geçirilmesini engellemeye uğraşıyordu. Tüm vaatlerine karşın, yavaş yavaş tarım
kolonileri kurulan Hayfa ve Saron bölgelerine Rusya’dan ve Galiçya’dan akın etmeye başlayan Yahudilere toprak
satılmasına karşı çıkıyordu. Özellikler bu toplulukların kendi seçtikleri noktalarda büyük kalabalıklar halinde
yığılmasına izin vermeyi reddediyordu. Sultanın Panislamist propagandayı yürüten Arap şeyhlerinin temkinli
önerilerine kulak verdiğini biliyorum. Ama bu durum söz konusu girişimi hazırlayanların işine gelmiyordu. Türk
yetkililere, “göçmenlere bireylerin ve ailelerin ayrılmasının şart koşulmaması gerektiğini çünkü bir Yahudi’nin dini
görevlerini yerine getirmek için kendi dindaşları arasında yaşamak zorunda olduğunu” anlatabilmek için müdahale
etmeleri gerektiğine inandılar. Jön Türkler iktidara gelince her şey değişti. Siyonist önderler daha büyük bir
dayatmacılıkla bu sorunu gündeme getirdiler, ama şimdi tartışmasız bir güce dayanan bir örgüte uygun düşecek bir
otorite ve haber alma kaynaklarına sahip olduklarını gösteren bir güven ile konuşuyorlardı. Babıali’ye gönderdikleri bir
notada, Türkiye eğer Yahudi göçüne izin verirse “başka ülkelerde yüksek mevkilerde bulunan dindaşlarımız, kendi
ülkelerine karşı görevlerini aksatmamak koşulu ile tüm nüfuzlarını Meşruti Osmanlı hükümetinin siyasal ve ekonomik
ilerlemeleri hizmetine sunabilir. Yahudiler ile Türkiye arasında bu ittifakın kurulmasını kurulmasına girişecek olan
Osmanlı devlet adamları, milletimizin şükran ve minnetini elde edebileceklerinden emin olabilirler. Yahudi dünyasının
bağlılığı ve dostluğu konusunda gerekli sözleri ve güvenceleri verebiliriz; bizim tavsiyelerimizin ve dileklerimizin bu
dünyayı yöneten kişiler ve çevreler tarafından olumlu karşılanacağına eminiz.” Bu çağrıya kulak verildi ve Yahudilerin
yeni koloniler kurmak üzere hemen Filistin’de toprak satın alma pazarlıklarına giriştikleri görüldü. Taberiye kentinden
Safed’e kadar uzanan bir bölgede, Taberiye gölünü çevreleyen ve Ürdün nehri boyunca Eriha’ya kadar inen bir alanda
hatırı sayılır toprakların sahibi olacaklardı. Savaş arifesinde yeterli halkın özellikle de Dürzilerin tüm muhalefetine
karşı, topraklarını Suriye’ye doğru genişletmişlerdi.
Bu derneklerin ne olduğunu, kredilerinin nereden kaynaklandığını, kimler tarafından yönetildiklerini bugün artık herkes
biliyor. Yinede bunların Alman Yahudilerinden oluştuğunu belirtelim ve aidiyetin onların yüksek mevkilerde bulunan
diğer ülkelerin Yahudileri adına, onları yöneten çevreler tarafından kendilerine karşı çıkılmayacağına güvenerek,
yabancı bir hükümetle anlaşmaya girmelerini engellemediğinin de altını çizelim. Her yerde kolları olan bu dernekler
–sadece Amerika’dan söz edecek olursak- gerçekten de Kahn, Loeb Kumpanyası ve onların denetimindeki Felix
Warburg, James Speyer gibi güçlü mali kuruluşlara dayanıyorlardı. İngiltere’de Banker Cassel’e ve Jön Türklerin
çıkarlarına bağlılığıyla dikkat çeken Adam Block’a ve Rusya’nın güçlü Musevi örgütlerine dayanıyordu. Bu ittifak
Babıali’ye bir ayağının Alman müttefikinde diğerinin de olası rakiplerinde olması avantajını sağlıyordu. Bilgenin dediği
gibi, dostlarınızın sayısını asla yeterli bulmamalısınız.
Siyanist emellerin Jacobson’lara Eikus’lar ve Morgenthau’lar tarafından temsil edilen yürütme organları da uluslararası
nitelikte idi. İstanbul’da elçi olan Morgenthau, 1 Temmuz 1916′da şu haberi yayınlayan Le Peuple Juif gazetesine
bakılacak olursa, zamanını boşa harcamıyordu: “Morgenthau, 21 Mayısta Cincinnati’de yaptığı bir konuşmada,
savaştan sonra Filistin’in Siyonistlere bırakılması sorununu kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti ile görüştüğünü
açıkladı. Açılımları Türk nazırları tarafından çok olumlu karşılanmıştı. Rakamlar önerildi ve bir Filistin cumhuriyeti
kurmanın yararları tartışıldı.” Ve gazete konuşma haberinin ardından şu yorumu yapıyordu: “tüm dünya Yahudileri
güncel olayları diğer halklardan daha umutlu bir şekilde izlemekte haklıdır; çünkü tam bağımsız bir vatana kavuşma
şansları oldukça yüksektir.” Morgenthau bu konuşmayı yaparken, savaşta taraf olan bir devletin top atışlarıyla
imzaladığı bir anlaşmanın yazgısından pek kaygılanmadığı anlaşılıyor; ama Wilson sahneye çıkınca herhalde kendine
sormuştur. Zaten başka etkenler de bu konuda imdada yetişti. Jön Türk hareketini yönettikleri sürece her türlü Siyonist
gösteriden sakınan Selanik Yahudileri, Yunan uyruğuna geçtikten sonra bu temkinli tutumu bir yana bırakıp, General
Sarrail’in iyi niyetli süngülerinin gölgesinde geçek kimliklerini ortaya koyabileceklerini düşündüler.
Bu kentin bir gazetesinde çıkan habere göre, “17 Nisan 5677′de (9 Nisan 1977)” yıllık Yom Aşokel [Kipur?] bayramını
kutlamak için toplanan 3000 kadar Selanikli Siyonist içinde bulunan günlerin İsrail halkının hak etmediği felaketlerin
sona ermesinde ve binlerce yıllık umutlarının gerçekleşmesinde ne kadar büyük bir önem taşıdığının bilincinde olarak,
halkların en eskisine karşı olan adalet borcunun ödenmesi, Yahudi milletinin tarihsel toprakları olan Filistin’de dirilmesi
için Yahudi olmayan dünyanın tüm seçkin yüreklerinin sıcak desteğini bekliyorlar.” Bundan iyisi can sağlığı; ama bu
çağrının elçinin [Morgenthau] tek yanlı oyunlarının biraz fazla küçümsediği İtilaf güçlerini yumuşatmayı hedeflediği
açıktır. “seçkin yürekler”in desteği istenmektedir. Çünkü hedeflerin gerçekleştirilmesinde artık sadece Almanya’nın
gücüne dayanarak başarı sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Bu hedeflerin Müslüman önyargılarını ayaklandırmaktan öte
sadece Fransa’nın değil –sadece Fransa olsa pek önemli sayılmazdı- İngiltere’nin de çıkarlarına ters düşeceği, Hint
Okyanusu’na açılan büyük ulaşım yolları üstüne Töton kültüründen gelme unsurların yerleşmesini İngiltere’nin hoş
karşılamayacağı düşünülmüştü. Yaşlı kıtaların göbek deliğini oluşturan Suriye ve Mezopotamya’nın, Ön Asya’nın geri
kalanının çok daha önemli olduklarını, tüm kapıların bu anahtarlarla açıldığını İngiltere, Fransızlardan daha iyi bilir.
Üstelik İngiltere, bu tasarıyı kabullenmek istese bile, müttefiki olduklarını açıklayan Arapların duygularını incitmeyi
göze alabilir mi? Tevrat çağına dek uzanan bir hakka sahip olduklarını ileri süren bir takım yabancıların gelip
–Kızılderililere yapıldığı gibi- topraklarını ellerinde almaları karşısında Araplar susacak mıdır? Ve niye toprakları
ellerinden alınacaktır? O kadar uzun süre başkalarının yanında yaşayan İsrail, sonuçta kendi ırkından bir başka unsurun
yanında yaşamasını niye hoşgörüyle karşılamayacaktır ? Filistin’e geri dönüşün mutlaka Amuriyelilerin ve Moabitlerin
sürülmesiyle birlikte mi düşünmek gerekir?
Siyonizmin Türkiye’yi, sonucu ne olursa olsun, ancak tabut içinde çıkabileceği bir savaşa itmesinin altında Davud’un
tahtının yeniden kurulmasının İslam için de yaratacağı güçlükleri aşma öngörüsü yok mudur? Güçlü sermayelerin
kullanılması ile nüfusu ve kendisi yenilenecek bir Türkiye, Yahuda topraklarında kurulacak bir Yahudi cumhuriyetine
geçiş yolu olacaktır. Planları hazırlayanlar Siyonist sorunu bu şekilde çözülmesini düşünmüş olmalıdır. Yahudi’nin
toprakta çalışmaktan tiksinmesi gibi diğer engelleri bir yana bırakacak olursak, bu çözümün en azından tüm dünyaya
dağılmış durumdaki on iki milyon Yahudi’yi Yahuda krallığı dar çerçevesi, içine sokmanın olanaksızlığından
kaynaklanan güçlükleri –Yahudi karşıtları bu güçlükleri ustaca istismar etmektedir- aşma avantajı sağladığı kabul
edilmelidir. Kimi olgularca da inanılır kılınan bazı söylentilere bakılırsa Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin
yıllık bir aradan sonra Tanrı’ya yeniden sunmaya başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık
Filistin’i değil, kullanılmamış zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz’in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini
engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye’yi istemektedir.
Bununla birlikte, kendi evinde oturmak istemesine karşı başkalarının yanında yaşamayı sürdüren bir ulusun ebedi
sorunu muhalefetleri artırarak çözülemeyeceğini görmek gerekir. Bu oyunda İsrail, sadece eski, zararsız ve zaten
hayırseverlik bilinci ile yumuşatılmış önyargılardan değil, hiçbir zaman affetmeyen yeni kıskançlık ve kinlerden
beslenen acı düşmanlılar yaratmıştır kendine. Gerçi Almanya, İsrail’in artık işine yaramadığını düşündüğü, bu nedenle
zaten ilk işaretini ve örneğini de kendisinin verdiği Yahudi karşıtı duyguları canlandırma kararı aldığı gün Yahudilerin
durumu iyice kötüleşecektir. Çünkü Almanya’nın hoşgörüsü sadece koşullara bağlıdır ve kısa vadede tüm dünyayı
önünde diz çöktüreceğini düşündüğü anlaşmalara dayalı kısa bir ateşkesten başka bir şey değildir.
Bu makale Bertrand Bareilles’in Güncel Yayıncılık tarafından basılan “İstanbul’un Frenk ve Levanten
Mahalleleri” adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır.

Sabatay Sevi Kimdir?

Sabetay Sevi 17. yüzyılda Osmanlı Topraklarında İzmir, Agora’da doğdu. 22 yaşında Mesihlik iddiasında bulunan Musevi din adamıdır. Dünyayı kötülüklerden arındıracağına tüm Yahudileri mukaddes İsrail’e götürerek orada yeniden tapınağı inşa edeceğine inanıyordu. Yahudiliği ikiye böldü. Sadece Osmanlı’da bir milyon kişiyi peşinden sürükledi. Her kıtada binlerce mürit edindi. Mahkemeye çıkarıldı, kerhen Müslüman oldu. İnananların çoğu peşini bıraktı ufak bir grup onu takip ederek Müslüman oldu. Bunlar dış görünüşte Müslüman veya Hristiyan, gerçekte Kabbala Musevi inancına sahip günümüze kadar gelen bir cemaattir. Halk arasında Sabetaycılık adı ile bilinir. İnananları ona Amira derler.

Yahudiler, günün birinde bir Mesih’in gelerek kendilerini bu acılardan kurtaracağını düşünüyorlardı. Zor koşullar altında Yahudiler arasında mistizme inananların sayısı da giderek artıyordu. Yahudi mistizminin en önemli kaynaklarından biri ‘Kabala‘ idi. Görünenin arkasında mutlaka bir başka şeyin gizlendiği fikrinden hareket eden Kabalistler, kutsal metinlerde çeşitli sayılar ve matematiksel işlemlerle gizli gerçeği ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı.

Ortaya çıkarılmaya çalışılan gizli gerçekler arasında kurtarıcı Mesih’in kim olacağı ve hangi tarihte geleceği de vardı. Bu görüşler içinde en çok rağbet görenlerinden birisi de milenyumda (1000′li yıllarda) bir Mesih’in mutlaka geleceği şeklindeydi. Yine Kabala’da 666 sayısının şeytanın yılı ya da sayısı olduğu şeklinde bir inanış bulunuyordu. (Revelation 13:18, Hexakosioihexekontahexaphobia) Bu iki sonuçtan hareketle, 1666 yılının ‘hayati önemine’ ilişkin yaygın bir inanış oluştu.
Ailesi

Sabetay Sevi’nin ailesi büyük olasılıkla ne Sefarad ne de Aşkenazlar’dandı.Sabetay Ailesinin kökleri TİRE’ye gidiyor. TİRE, İzmir’den çok daha önce güçlü bir Yahudi yerleşiminin olduğu sancaktı.Osmanlı salnamelerinde SABETAY ailesinin kayıtlarına rastlıyoruz. Annesi Clara’yı küçük yaşta kaybeden Sevi’nin iki de kardeşi vardı: Abisi Elijah (İlyas) ve kardeşi Joseph (Yusuf). O yıllarda İzmir Limanı ticarette öne çıkmıştı. Artan ticaretle birlikte İzmir, Avrupalı tüccarlarla dolup taşmıştı. Babası İspanya’dan Osmanlı ülkesine göçen Yahudilerden Mordehay Sebi’dir, Hollanda ve İngiliz şirketlerinin temsilciliği sayesinde servet sahibi olmuştu.
Din eğitimi

Başhaham Joseph Eskapha (Rav Escapa) ve Rav de Alba Torah, Talmud konusunda onu eğittiler. Gösterdiği başarı nedeniyle genç yaşında haham ünvanı verildi. Ancak genç Sabetay’ın mistik konulara girme arzusu olduğu bir süre sonra anlaşıldı. Sevi, 15 yaşına kadar Tevrat, hadis, fıkıh konularına vakıf olmayı başardıktan sonra Kabala eğitimine başladı. Sevi 18 yaşına geldiğinde kendi yorumlarını başkalarına da okuyup öğreten biri haline geldi. Hatta etrafında bir öğrenci grubu da topladı. Melankolik ruhi yapıya sahip olması bir süre sonra mistik hayatın zorlukları ile birleşince anlaşılmaz eylemlerde bulunmasına yol açtı. Oruç günlerinin dışında da sık sık oruçlar tutuyor, sık sık bedenini yıkıyor ve uzun müddetler boyunca yalnız başına tefekküre dalıyordu. Kendini Yahudi mistisizmine, Kabbala’ya kaptırmıştı. Bilincini yitirdiği, coşkulu dönemler yaşıyordu.
Sabetay Sevi, 1666′da kıyametin kopacağını, bundan hemen önce kurtarıcı Mesih’in geleceğini, bunun da 1648′de olacağını ‘biliyordu’! Etrafındakileri yavaş yavaş hazırlayan Sevi 22 yaşına geldiğinde Kabbalacı yorumlara dayanarak, kendisini Musa’nın geleceğini vadettiği Mesih olduğunu iddia etti. Yaşlı hahamlar bir hayli sinirlenerek duruma tepki gösterdiler. Hatta hocası Başhaham Eskapa, iki hahamı Sevi ile görüşerek iddiasını geri almaya ikna etmeleri için görevlendirdi. Sevi mesihliğini kanıtlayan delillerden söz ediyordu ve İzmir’deki Yahudi cemaat arasında ise çok sayıda taraftar buldu. Tarihçilere göre tam da bu tarihlerde Sevi’nin vücudundan hoş bir koku yayılmaya başladı. Hatta bunun bir hile olabileceğinden kuşkulanılarak Sevi bir doktora muayene bile ettirildi. Mesihliğin alameti sayılan bu durum sonraları müritleri tarafından bayram olarak kutlanmaya başlandı. Sevi 23 yaşına geldiğinde bu kez de Tanrı’nın, Yahudilerce söylenmesi yasaklanan adı ‘Yehova’yı telaffuz etti. Gelişmelerden huzursuz olan hahambaşılık, Sabetay Sevi’nin dinlerini bozduğu gerekçesiyle öldürülmesine karar verdiler, ama bu kararı uygulayamadılar. Bunun üzerine hahambaşı Eskapa, Sabetay Sevi’yi Osmanlı sarayına iletmek üzere İstanbul’daki hahamlara şikâyet etti. Başka rivayete göre Hahambaşılık onu İzmir’i terk etmeye zorladı.

Bazı kaynaklar bu bilgiyi doğrulamazken Sabetay Sevi’nin İzmir’de bulunduğu dönemde kendi ağzından mesihlik iddiasında bulunmadığı da iddia ediliyor. Gersom Scholem de kitabında, “Sevi, olsa olsa o da bir defacık Sinagog’da dualardan önce ‘Ben Mesih-i İsrail’im demiştir” diyor. Sabetay Sevi’in her şeye rağmen aforoz gücünde bir dışlanmaya uğramadığını belirten Scholem, Sevi’nin İzmir’den kovulduğu için değil zorunluluktan dolayı seyahat ettiğini söylüyor.

Sevi önce eski bir Kabbala merkezi olan Selânik‘e, sonra İstanbul’a gitti. Başkent’te, saygıdeğer ve ünlü bir vaiz olan Abraham ha-Yakini ile karşılaştı. Yakini’nin elinde Sevi’nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Kısa süre sonra Istanbul’dan da ayrılan Sevi, önce Kudüs’e ve sonra Mısır’a gitti. Kahire’de Osmanlı valisinin hazinedarı olan güçlü ve varlıklı Raphael Halebi‘yi kendi davasına inandırdı.
İstanbul

Sevi’nin İzmir’den sonraki ilk durağı İstanbul’du. 1650 yılında İstanbul’a gelen Sevi burada Abraham Vaçini (Abraham ha-Yakini, Avraham Yaqini) adlı bir hahamla karşılaştı. Bu hahamda ‘Mezamiri Süleyman’ın Tefsiri‘ adında Sevi’nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Belgeyi alan Sevi, bunu mesihliğinin delili olarak yanında taşımaya başladı. Zira çok eski olduğu iddia edilen belgede, Sabetay Sevi isimli bir Mesih’in doğacağından haber veriliyordu. Gerek eski gerekse bu yeni ‘belgeyle’ birlikte Sevi, İstanbul’daki Yahudiler arasında önemli bir nüfuz elde etti. Ancak İzmirli hahamların İstanbullu hahamları “Sabetay’dan uzak durun” diye uyarması üzerine Sevi Selanik’e gitmeyi kararlaştırdı.
Selanik

Sevi Selanik’deki ilk günlerinde Mesihlik iddiasında bulunmazken zekasıyla Selanikli Yahudiler’i kendisine hayran bıraktı. Öyle ki evinde misafir olduğu bir Yahudi, ona kızını bile verdi. Ancak Sabetay üçüncü eşiyle de cinsel ilişkiye girmedi. Bunun nedenini soranlara ise, gerçek anlamda evlenmeyeceğini çünkü zaten Tevrat ile evli olduğunu söyledi. Ama bu sözleri duyan hahamlar bunun Mesihlik iddiası olduğunu belirterek sert tepki gösterdiler. Bu gelişme üzerine Selanik’ten ayrılıp Atina’ya geçen Sabetay Sevi burada da iyi karşılanmayınca önce İzmir’e döndü ardından da ikinci kez İstanbul’a gitti. İstanbullu hahamların kendisini rahat bırakmamaları üzerine 1659′da babasının yanına İzmir’e geri döndü.
Kudüs

İstanbul ve Selanik’e yaptığı yolculuklarda beklediği ilgiyi göremeyen Sabetay Sevi bu kez rotasını Filistin’e çevirdi. 1662 yılında birkaç yakınıyla birlikte bir gemiye binen Sevi, Trablus ve Beyrut’a kadar ulaştı. Ancak burada karar değiştirerek Mısır’a gitmeye karar verdi. İskenderiye’de gemiden inen Sevi doğruca Kahire’ye gitti. Sevi’yi, burada tüm hayatını değiştirecek gelişmeler bekliyordu.

Burada ayrıca Rafael Josef Çelebi adında zengin bir sarrafla tanıştı. Nayir adındaki Polonyalı bir hahamın yetim kızı olan Sara ile evlendikten sonra Gazze’ye gitti.

1663 yılının sonbahar aylarında Kahire’ye doğru yola çıkan Sabetay Sevi, yolculuk sırasında kısa süre sonra kendisinin Mesih olduğunu onaylayacak olan Gazzeli Nathan yani Abraham Nathan Aşkenazi (Nathan Benjamen Levi Eskenazi) ile tanıştı. Nathan çok başarılı ve zeki bir öğrenciydi. Din konusunda Sabetay Sevi’den bile daha bilgiliydi.

Nathan 19 yaşlarındayken okula gelen Samuel Lissabona adlı zengin bir Yahudi’nin çok güzel ama bir gözü görmeyen kızıyla evlendi. Bu kızla evlenmeyi kabul eden Nathan hemen ardından da Kabala öğretisiyle daha yakından ilgilenmeye başladı. Bu konuda epeyce ilerleyen Nathan çevresindekilere gördüğü bir sanrıdan bahsetmişti. Nathan bu sanrıda kendisine “büyük bir ışığı bekle” dendiğini söylüyordu.

Burada, adında yirmi yaşlarında bir öğrenci, Yahudi geleneklerine göre Gaza’lı Nathan “Mesih’in Müjdecisi“, İlyas rolünü üstlendi. Nathan, coşku içinde, İsrail devletinin yeniden kuruluşunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Sevi’nin zaferi ile dünyanın kurtulacağını herkese duyurdu. Nathan, Kabbala hesaplarına dayanarak, kıyamet günü için 1666 yılını bildirdi.

Kudüs’e tekrar döndüğünde, kendisinin Mesih olduğunu gizlemeye gerek duymadı. Kudüs’teki hahamlar karşı çıktılarsa da, Sabatay’ın taraftarları gün geçtikçe arttı. Mısır, İstanbul, İzmir ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerine Mesihliğini ilan ve propagandasını yapmaları için sadık adamlarını yolladı. Sabatay Sevi, Musevîlerin dinî âyin ve törenlerinde bazı değişiklikler yaptığı gibi, sinagoglarda okunan duaların çoğunu değiştirdi. Kudüs hahamları tarafından tehdit edilen Sevi, Halep’e geçti.
izmir

1665 yılında sevinçle karşılandığı İzmir’e geri döndü. Bir kaç yıllık süre içinde, Sabetaycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar yayıldı. Sevi kendisini kralların kralı olarak görüyordu. Dünyayı, kendi hesabına göre 38 krallığa böldü. Her birine de, kardeşlerini ve sadık adamlarını kral tayin etti. Çeşitli beyannameler yayınlayarak, Osmanlı idaresine karşı harekete geçti.

İstanbul, İlk mahkeme

30 Haziran 1666 da Sabetay İstanbul’a hareket etmek üzere yola çıkar. O zamana kadar genel olarak yahudilerin siyasi otoriteye karşı bağlı olmaları ve hiçbir zaman politik hareket etmemeleri Osmanlı idarecilerini bu olaya karşı kayıtsız bırakmıştır. Müritleri onun İstanbul’a, imparatorluğu Padişah IV. Mehmed’ten almak üzere gittiğine inanıyorlardı. İzmirli hahamların şikayetiyle saray da bu durumun ciddiyetinde erken haberdar olur. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın emriyle, Sabetay’ın içinde bulunduğu gemi Çanakkale Boğazı’nda durduruldu. Sabetay elleri ve ayakları zincire vurularak İstanbul’a getirildi. Hemen ardından da kürek mahkumlarının tutulduğu Haliç’deki Bagno Zindanı’na kapatıldı. Sevi üç gün sonra yargılanmak üzere Sadrazam’ın başkanlığındaki Divan’a çıkarıldı. Girit Seferi öncesinde ortalığın karışmasını istemeyen Osmanlı yönetimi, bir 2 ay sonra Sabetay’ı Çanakkale Gelibolu’da bulunan bir kaleye hapsetmeye karar verdiler.
Gelibolu’da Hapis

Sabetay, Gelibolu‘da eski limanın yanı başındaki Abydos kalesine kapatılırken müritleri de peşinden gitti. Zaten onun kellesinin vurulması yerine hapis cezasına çarptırılmasını, ‘bir mucize daha gerçekleşti’ şeklinde yorumluyorlardı. Sabetay’ın hapsedildiği kale, kısa süre de dünyanın dört bir yanından gelen ipek halılar ve atlas kumaşlar gibi hediyelerle onun sarayı haline geldi. Bir süre sonra Gelibolu‘daki kale Sabetaycılar arasında ‘Migdal Oz‘ yani ‘Kudret Kulesi‘ olarak anılmaya başlandı. Bu isim biraz da Sabetay’ın buradan müritlerine yazdığı bir mektuptan dolayı verilmişti. Zira bu mektupta Satebay, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulup tam bir aydınlanmaya girdiğini belirterek, “Tanrı’ bir kudret kulesidir; ona sığınanlar kurtulacaktır” diyordu.

Polonya’dan onu ziyarete gelen Talmud uzmanı Lwów ve Galicia Sevi’ye Polonya’da Nehemiah ha-Kohen adlı kâhin‘in onun gelişini müjdelediğini bildirirler. Sevi Kohen‘in kendisini ziyaret etmesini emreder. 3 ay süren yolculuktan sonra buluşma gerçekleşir. Ancak saatler süren konuşmalar sonrası buluşma her iki taraf için hayal kırıklığı ile sonuçlanır. İddiaya göre Sevi fanatikleri Nehemiah ha-Kohen’i gizlice ortadan kaldırırlar.
Edirne

İzmir’li hahamlar Sabetay Sevi’nin Dinlerini bozduğu gerekçesiyle öldürülmesine karar verdiler, ama bu kararı uygulayamazar ve onu Osmanlı sarayına şikayet ettiler. Osmanlı yönetimi en başta olaya ilgisizdi. Daha sonra yahudi din adamlarının artan şikayetleri üzerine Seviyi tutuklayarak Sultan IV. Mehmet’in huzuruna çıkarıldı. Sevi Sultandan Mesih olarak tanınma talep etti, ayrıca İsrail toprağını kendisine vermesini de istedi. Sultan onu Çanakkale’de bir kaleye hapsetti. Faaliyetleri burada da devam eden Sevi’yi yine Yahudi hahamlar Saray’a şikayet edince, Osmanlı bu talepler karşısında kayıtsız kalamadı. Ortaya çıkan kargaşayı gidermek için Fazil Ahmet Paşa, işin esasini ögrenmek için, Sevi’nin derhal Istanbul’a gönderilmesini istedi.

Edirne sarayinda, Padişahın iktidarına meydan okumakla suçlanan Sabetay için Sadaret Kaymakamı Mustafa Paşa, Şeyhülislam Minkarizade Yahya Efendi ve Padisah’in imamı meşhur Vani Efendi’den oluşan bir divan kuruldu, Padişah Sultan IV. Mehmet de divanı ‘paravan’ın arkasından’ izledi. Divanda, Türkçe konuşamayan Sabetay için Padişah’ın hekimbaşısı Yahudilikten dönme Hayatizade Mustafa Fevzi Efendi tercümanlik etti (Asıl adı: Moses Ben Raphael Abrabanel).

Divan reisi: – Karıştırmadığın halt kalmadı. Uyandırmadık fitne bırakmadın Sabatay Efendi. Haydi bakalım şimdi göster mucizeni!

Deyince Sabatay Sevi afallar. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırır. Mucize göstermesi beklenmektedir. Tercüman, mucizenin şeklini de anlatır: Sabatay soyunacak, vücudunu en maharetli okçular nişangâh yapacaklardır. Attıkları oklar vücuduna işlemezse o zaman Osmanlı Padişahı da onun mesih olduğunu resmi olarak tasdik edecektir. Çünkü Yahudiler, ona kılıç, ok, tüfek, kurşun işlemez, hatta onu ateş yakmaz, suda boğulmaz diye itikat etmektedirler.

Divan heyetinin teklifi karşısında Sabatay Sevi “Adiyo santo!” diye titremeye başlar. Teklifin dehşetinden beti benzi atar, artık her şey bitmiştir. Can havliyle son bir hamle yapar. Her şeyi inkâr eder. Ayrıca mesihlik davasının bazı Yahudiler tarafından ortaya atıldığını, kendisinin asla böyle bir iddiada bulunmadığına dair yemin üstüne yemin çeker, teminat üstüne teminat verir. Dökmedik dil bırakmaz.

Ancak, ulema ve padişah bu cevaplardan tatmin olmaz. Bunun üzerine Hekimbaşı Hayyâtîzâde (Terzizâde) Mustafa Fevzî Efendi, Sabetay’a Müslüman olma teklifi götürür. Önce Sabetay bunu kabule yanaşmaz. Ancak, Hekimbaşı, ona bunu kabul etmediği takdirde türlü, türlü işkencelerle öldürüleceğini Ladino diliyle uzunca anlatır. Sevi, dönme Hayatizade’nin tavsiyesi üzerine, canının bağışlanması karşılığında, “Bu can bu bedende kaldığı sürece…” diyerek kendisine söylenen kelime-i şehâdeti tekrarlar. Vânî Mehmed Efendi; “Bu adamın, Müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâsla kabul ettiğine kâni değilim. Fakat dinimiz şüpheyi reddeder ve kişinin imanı üzerine hüküm, ancak cenâb-ı Hakk’ındır. Bu itibarla ihlâsla Müslüman olmasını niyâzdan başka şey yapamam…” demekten kendini alamadı. Söylentiye göre divandan çıkan Sevi, kaftanını içerisinde sakladığı Can adlı beyaz güvercini serbest bırakarak “can bedenden çıktı” ‘Şema Yisrael’ demiş, ve çevresindekilere tanrı üzerine ettiği yeminin geçerli olmadığını, sadık kalması gerekmediğini ima etmiştir.

16 Eylül 1666′da Divan huzurunda Müslüman olan Sabatay Veled-i Mordehay veya Sabatay Sevi, üzerine saray içoğlanlarına mahsus hamama gönderilerek gusül abdesti aldırılır ve kendisine müslüman kisvesi kürk ve hil’at giydirilir. Ertesi gün Sultan huzuruna çıkarak Aziz Mehmet Efendi adını alarak 150 akçelik bir maaşla sarayda üst düzey memur Kapıcıbaşı olarak göreve getirildi.

Sabetaycıların açıklamalarının başka bir versiyonu ise şu şekildedir: Musa firavunların Sarayında bir Mısırlı gibi yaşamıştı. Sabetay’da kendi halkını kurtarmak için müslüman olmalı ve bir Türk gibi yaşamalıydı. Sevi’nin resmi açıklaması ise şu şekilde: “Tanrı beni İsmâilî, yani Müslüman yaptı. Ben kardeşiniz kapıcıbaşı Mehmed’im. O öyle emretti. Ben itaat ettim” dedi.

Müslüman olmanın etkileri

Sevi’nin Müslüman olmasi bütün Yahudi dünyasinda şok etkisi yarattı. Hahambaşılık olayı sevinçle karşıladı ve Müslüman olan Sevi’yi dinden çıkmış saydı. Büyük çogunluk onun Mesih olmadığına inanarak ortodoks Yahudi inancına geri döndü, ikiyüz ailelik bir topluluk ise İslamiyete geçerek onun yolundan gitti. Bu tarihten sonra da ‘Avdeti’ ya da ‘Dönme’ olarak adlandırıldılar. Bunlar onun büyük bir hikmete binaen zahiren müslüman olduğunu, mesihliğinin bir gereği olduğu yorumunda bulunurlar. Gazzeli Nathan bunu ma’asim zarim kurtarıcının yapması gereken garip işler şeklinde açıklar. Polonyalı karısı Sara, Sara’nın kardeşi Jacob Kerido’da bu kervana katılır. Sara Fatma adını, Kerido’da Yakub adını alır.

Sevi, bu olayla taraftarlarına “Karanlık bir” dönemin başladığını ve bunu “Aydınlık günlerin” takip edeceğini söyleyip, aydınlık dönemin başlaması için karanlığın şart olduğunu dile getirir. Sabetaycılar “Aydınlık Günler” gelinceye kadar gizlenmeye devem edeceklerdir. Din değiştirme sonrası Sevi’de kendini bırakan musevi kitlelere karşı bir öfke dönemi başlar. Onları “kendisini anlamamak” ile suçlar.

Edirne Sarayı’nda yedi yıl kalan Sabetay bir süre sonra Padişah IV. Mehmed’in takdirini kazandı. Zaman zaman İstanbul ve Selanik’e bile gidebiliyordu. Bir süre Edirne/Hızırlık yakınlarında bulunan bir Bektaşi tekkesine devam etmiş. Bu tekke 1641-1642 yıllarında “şüpheli” bulunarak yetkililerce kapatılmış ancak IV Mehmet tarafından Zaviye olarak tekrar açılmış. Musevi kaynakları Sevi’nin Sufism ve Bektaşilikten etkilendiğini ve bu öğretileri Kabbala öğretisi ile harmanlayarak kendi öğretisine şekil verdiğini dile getirirler.

Arnavutluk, Sürgün

Bir süre sarayda Kapcıcıbaşı olarak sarayda üst düzey memur olarak çalışsa da, mesihi yahudi inancına bağlılığının farkedilmesi üzerine batı trakya’ya sürülür. İbrahim Alaettin Gövsa, Sabatay Sevi isimli eserinin 68. sayfasında olayı anlatıyor:“ Sabatay Sevi’nin (Mehmet Efendi adı ve Müslüman kıyafeti ile) İstanbul’da yine eski müritlerinden bir kısmini toplayarak ayinler yaptığını, Girit seferinden dönen Sadrazam Fazıl Ahmet Paşaya haber verdiler. Sadrazam kendini çağırtarak- Bu ne iştir? Sen hala uslanmadın mı? diye tembih ettiği zaman Sabatay ağız kalabalığına başladı ve meşhur olan kurnazlığı ile


- Aman Sultanım, ben birtakım akrabamı, dostlarımı Müslüman yaptığım gibi bunları da dini celil İslam’a celp ve davet etmeğe uğraşıyorum, yolunda cevaplar verir.

Sadrazam ona ihtar eder:

– Aklını başına topla. Müslümanım dedikten sonra yine çıfıtlığa başlarsan belânı bulursun.

Yine de bu sözlerle bir müddet takipten kurtulur.

Fakat aradan uzun bir süre geçmeden Sadrazamın adamları Boğaziçi’nde Kuruçeşme’deki havrada Sabatay Sevi’yi müritleriyle beraber İbranice dua okurken yakalarlar. Artık hiçbir şeyi inkâr edecek gücü kalmaz, bütün foyası meydana çıkar. Bu hadise üzerine İzmirli Sevi kendisini unutturmak ve izini kaybettirmek için Kuruçeşme’yi bırakarak Kağıthane civarında ıssız bir köşeye çekildi. Fakat müritlerinin bir müddet sonra orada da etrafına toplanıp ayinler yapmağa devam ettikleri görüldü.

İş tekrar Sadrazama haber verilince Fazıl Ahmet Paşa kızdı ve onu tek bir yahudinin yaşamadığı Arnavutluk’un Ülgün kentine sürülmesini emretti. ”



Sevi dini tefekküre ve teorik çalışmalarına Arnavutluk’ta devam eder. Bu sıralarda sabetaycılığın ana kaynağı olan kitaplar yazılacaktır. Şahsının isteği üzere Selanik şehri kutsiyete kavuşur ve inananlar (maminim) buraya yerleşirler. İki yüz ailelik ilk sabetaycı çekirdek toplum işte burada kurulur.Olaylardan sonra sevi enerjisininin önemli bir kısmını İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık için harcar. Nathan Levi ise din değiştirmeden onu takip eder. Daha sonra bir kısım din değiştiren sabetaycıların tekrar yahudi dinine döndükleri bilinmektedir.
Ölüm

Maaşı azaltılan Sevi Arnavutlukta beş yıl sürgünde yaşadıktan sonra 30 Eylül 1675 (başka rivayet: 17 Eylül 1676) tarihinde yalnızlık ve sırlar içinde ölmüştür. Avram Galante’ye göre Berat’ta müslümanlar tarafından, şehrin içinden geçen ırmağın kıyısında halen yeri bilinmeyen bir noktada toprağa verilir.

Kendisi gibi Müslümanlığı kabul eden takipçisi 200 aile Selanik’e yerleşerek dış görünüşte Müslüman, gerçekte ise Sabetaycı-Yahudi olarak yaşamaya devam etti. Sabetaya inananlar mesihlerinin ölümüne inanmazlar, onun göğe yükselmiş olup, yeniden geleceğine dair inançlarını sürdürüler. Hala inançlı Sabetaycılar, belli zamanlarda deniz ve ırmak kenarlarına gelerek, Sabetay sevi Seni bekliyoruz! diye bağırma geleneğini sürdürmektedirler.
Evlilikleri

Sabetay Sevi ailesi tarafından genç yaşta 2 veya 3 kez evlendirildi. Ancak Sevi, eşiyle cinsel ilişkiye girmedi. Ailesi bu durumu onun eşinden hoşlanmadığı şeklinde yorumlayarak birincisini boşattırıp ikinci kez evlendirdi. Ancak Sevi ikinci evliliğinde de cinsel ilişkiye girmekten kaçındı.

Polonya daki katliamlardan kaçan yetim bir kız olan Sarah çevresine kurtarıcı (Mesih) ile evleneceğini rüyasında gördüğünü söylemekte idi. Bunu duyan Sevi Sara’yı Kahire’ye çağırır ve onunla evlenir. Bu Sevi’nin dördüncü evliliğidir. Sara’nın güzelliği ve cazibesi bu yeni tarikata yeni müritler kazandırır. Din değişimi sonrası karısı Sara ise artık Fatma Hanımefendi’dir.

Rivayete göre Müslüman olduktan Sevi’ye sonra Sara’nın yanında haremden bir eş daha tahsis edilir. Sabatay Sevi’nin son eşi Ayşe Hatun Selaniklidir.